Margaret Atwood’dan DelliÂddem Üçlemesi

Margaret Atwood’dan DelliÂddem Üçlemesi

Virüs Sonrası Gelen Kıyamet Hikâyesi

(Bu yazı 20 mart 2020’de Haftalık Gazete’de yayımlanmıştır)

IMG_2695Tüm dünya insanlarının COVID-19 nam-ı diğer “Korona Virüs” tehdidi altında olduğu şu günlerde, bir çoğumuz evlere kapandık, işine evden devam edebilenler, öğrenciler, eğitimciler evlerimizde kâh çalışıyor kâh işten fırsat bulup okuyamadığımız kitapları okuyoruz. Gündemimiz virüs salgını olunca sosyal medyada bunu konu alan birçok kitap ve film öneri listesi dönmeye başladı. Yıllar önce Will Smith’in başrolünü oynadığı ve bir virüs salgını sonucu yok olan insanlığın konu alındığı 2008 yapımı “Ben Efsaneyim” ya da yine bir virüs salgınını konu alan ve Dustin Hoffman’ın oynadığı 1995 yapımı “Tehdit” gibi filmler şu aralar pek popüler. Edebiyat alanında da “distopya” dediğimiz türde üretilen ve salgını, dünyanın sonunu/sonrasını konu onlarca kurmaca var. Bunlardan en ünlüleri Saramago’nun 1995’te Portekizce kaleme aldığı ve yayılan bir virüsü anlattığı Körlük romanı. Romanda korku ve panik sonrası çöken ahlaki değerler anlatılır. Bir diğer ünlü roman Albert Camus’nün 1947’de yazdığı Vebaromanıdır. Camus burada insanın bir salgın karşısındaki çaresizliğini anlatır. Okumaktan keyif aldığım bir başka roman Cormac McCarthy’nin 2006’da yazdığı Yol romanıdır. En güzel kıyamet sonrası romanlarından biridir, bir baba-oğulun sonu gelmiş bir dünyadaki yolculuğunu anlatır. Geçtiğimiz sene okuduğum Kore Edebiyatı’ndan Küller ve Kızıl’da Pyun Hye-Young, salgın hastalığın pençesindeki C Ülkesi insanlarının yaşam mücadelesini konu alır. Bu listeleri dilediğimiz kadar uzatabiliriz zira zihinlerine kuvvet edebiyatçılarımız, sinemacılarımız bu tema üzerinde onlarca eser verdiler. Tüm bu isimler arasında vazgeçemediğim, zihnimden silip atamadığım ve belki de distopik edebiyat kanonunda en başarılı roman üçlemesi olduğunu düşündüğüm bir seriden bahsetmek istiyorum. Bir biyo-kimya şirketinin ölümcül bir virüsü yayarak tüm dünya ırkını yok edişini ve bunun sonrasını anlatan Margaret Atwood DelliAddem üçlemesi’ne 2003 senesinde Antilop ve Flurya isimli romanıyla başlıyor, ardından 2009 senesinde Tufan Zamanı’yla devam ediyor ve en nihayetinde 2013 senesinde DelliAddem’i yayımlıyor. Üçlemeyi anlatmadan önce “distopya” kavramından, Atwood’un seleflerinden ve ardından da dünyayı kasıp kavuran kıyamet sonrası romanları DelliAddem serisinden bahsetmek istiyorum.

İngiltere’de görülen ilk veba salgının üzerinden yüz elli sene geçtikten sonra İngiliz yazar ve devlet adamı Thomas More 1516’da “Ütopya” isimli eserini yazarak yüzyıllara yayılacak bir kavram ortaya atmıştı. Mükemmellik düşüncesi henüz kafasında oluşmamış, sadece var olmayan bir sistemi anlattığı spekülatif bir söylemde bulunmuştu. More, farkında olmadan hem yeni bir edebiyat akımı başlatmış hem de bilimkurgu türünün tohumlarını serpmişti. Toplumu nasıl farklı örgütleyebileceğini düşünürken bir uzak toplum imgesi yaratmıştı. Okurunu hayali bir yere davet edip, gerçeklikle olan bağını sarsmıştı. On beşinci yüzyılda Francis Bacon (Yeni Atlantis), on altıncı yüzyılda Swift (Güliver’in Gezileri) bu geleneği sürdürdü, ta ki on yedinci yüzyılca John Stuart Mill ortaya çıkıp “distopya” terimini ortaya atana kadar. İdeal toplumun olanaksızlığı üzerine kurulan metinler, totaliter hükümetleri eleştirmeye, bilimsel icatların zararlarından bahsetmeye başladılar. Yegane amaçları “insanlık” ve “iyilik” kavramları yok olduğunda dünyanın ne kadar çirkin olduğunu göstermekti. 1921’de Zamyatin Biz’i yazdı, 1932’de Huxley Cesur Yeni Dünya’yı yayımladı, 1949’da Orwell 1984 isimli eserini verdi. “Distopya” bir tür olarak hayatımıza hızla giriverdi. Yazarlar Shelly’nin Frankestein’ındaki gibi yeni insan türleri yaratmaya ve Cesur Yeni Dünya’daki gibi yeni dünya vizyonları üretmeye başladılar. Yeni dünya düzenlerinin içinde uzaylılar, doğal felaketler, salgınlar, virüsler, bilimin iyileştirdiği/ kötüleştirdiği yeni dünyalar vardı. Küresel ısınma sonucu New York şehri buzlar altında kalıyor, uzaylılar Los Angeles’ı ele geçiriyor, deli bir bilim adamı çıkıp ortaya dinozorlar, yaratıklar, virüsler salıyor, bir grup iyi bilim insanı ya da savaşçı da insanlığı kurtarmaya çalışıyordu.

İşte tam bu noktada Kanadalı eko-feminist bir yazar olan Atwood sahneye çıktı. Kadın haklarını ve ekolojik düzeni savunan romanlar yazıyordu. 1980’de meşhur romanı Damızlık Kızın Öyküsü’nü yazmıştı. Yirmi birinci yüzyıldan geçmişe bakan Atwood, hem Anglo Sakson geleneğin üzerinde yükseliyor hem de bilimkurgu değil “spekülatif kurgu” yazdığını söylüyordu. Önemli bilimkurgu ödüllerinden birini reddetmişti, ütopya ya da distopya değil “ustopia” yaptığını iddia ediyordu. Kısaca Atwood yaşadığı yüzyıldan, ütopya/distopya meselesine farklı bir ses vererek DelliÂddem serisini yayımladı. Post apokaliptik bir dünyayı betimlediği, insan ırkını tamamen yok edip yeni bir dünya düzenini okurlara sunduğu üçlemesi Doğan Kitap tarafından Türkçe’ye çevrilip yayımlandı. Üçleme günümüz toplum eleştirisi yaparken, insanlığın yok oluşunun bir felaket mi yoksa dünyanın kurtuluşu mu olduğu da okuruna bırakıyordu.

Üçlemenin birinci kitabı Antilop ve Flurya’da diğer ismi aynı zamanda “kar adam” olan Jimmy’le tanışıyoruz. Dünya üzerinde yaşayan tek insan olduğunu anladığımız Jimmy, ara sıra plaja gidip sahile vuran ve ona şimdiki dünyamızı hatırlatan eski nesneler topluyor, ana dilini kaybetmemek için kelimeleri tekrar ediyor, az besinle yaşıyor ve “flurya çocukları” isimli tuhaf ırktan uzak durmaya çalışıyor. Flurya Çocukları, en iyi genetik malzemelerden üretilmiş, DNA’larıyla oynanmış, otuz yaşında yaşamları biten, sindirim sistemleri tavşana benzeyen, vücutlarına böceksavarlar yerleştirilmiş, nano-teknolojiyle donatılmış, cinsel organları çiftleşme zamanı renk değiştiren robotsu ve yarı-insan türünde bir ırk. Jimmy geri dönüşlere yer verdikçe biz de hikâyesindeki boşlukları tamamlıyor ve dünyanın sonunun nasıl geldiğini öğreniyoruz. Jimmy’nin en yakın dostu olan bilim adamı Flurya’nın kendi ürettiği ölümcül bir virüsle dünyanın sonunu getirdiğini dehşetle okuyoruz. Ardından kendi adını verdiği ırkı geliştirip, onlara enjekte ettiği DNA’lar sayesinde farklı özellikler atfettiğini öğreniyoruz. Bir çocuk porno yıldızı olan Antilop takma isimli kıza besledikleri hayranlık ve içinde bulundukları nevrotik aşk üçgeni cinayetle sonuçlanınca Jimmy dünya üzerindeki tek insan olarak kalıyor ve Flurya çocuklarının da bakımını üstleniyor. Dünya üzerinde hiçbir etkisi olmayan, düşünme yetisinden yoksun, okuma yazma bilmeyen, sanattan anlamayan, sadece şarkı söyleyen, kendinden üst bir varlığa tapınan, ölüm korkusunu ve ölümün ne olduğunu bilmeyen Flurya ırkı, günümüz toplumundaki post-insan eleştirisi olarak da okunabilir. Kitabın kalbindeyse “bizi insan yapan nedir?” sorusu yatıyor.

Üçlemenin ikinci kitabı Tufan Zamanı’nda, Atwood okuruna küçük bir sürpriz yapıyor, dünya üzerinde yaşayan ve ölümcül virüsten kurtulmayı başarmış iki insan daha olduğunu öğreniyoruz. Ren ve Toby bize dünyanın sonunun gelmediğine dair umut kırıntıları sunuyor. Geri dönüşlerle, iki karakterin de nasıl olup da dünyanın sonunun geldiği kıyamet gününden kurtulabildiğini öğreniyoruz. Ren genelevde çalışan ve aynı zamanda dansçı bir kız, virüs yayılmaya başladığında genelevde saklanarak kendini kaçınılmaz sondan koruyor. Toby de lüks bir masaj salonunda saklanarak hayatta kalıyor. Salgın hastalıkla yok olan dünyanın hikâyesini bir de Toby’den dinliyor ve neredeyse soluksuz okuyoruz.

Üçlemenin son romanı olan DelliÂddem’de tüm boşluklar kapatılıyor, soru işaretleri gideriliyor. Önceki romanları okumayanlar için dört sayfalık bir özetle başlayan DelliÂddem, laboratuvarda üretilmiş bir ırk olan yarı-insan ve robotsu Flurya çocuklarının dünyalarını; yaralı bir halde hamakta yatmakta olan  Jimmy’i anlatmaya devam ediyor. Sevgililer Zeb ve Toby’nin bakış açısıyla aktarılan ve geçmişe dönen hikâyelerine yer veren roman tüm düğümleri de çözüyor.  Jimmy’den yaratılış hikâyeleri dinlemeye alışmış Flurya çocukları, Jimmy hasta yatağında komada yatarken bu iş Zeb’e düşüyor. Dünya üzerinde son kalan insanlar bizlere dünyanın yok oluşunu anlatmaya devam ediyor. Hayal kırıklıkları, suçluluk duygusu ve yaşam arzusuyla dopdolu olan Toby ve Zeb’in hikâyesiyle üçleme son buluyor.

Üçlemenin son kitabının da kapağını kapattığında okurun elinde şu sorular kalıyor; laboratuvarda üretilmiş ölümcül bir virüsle tüm insan ırkı yok edilebilir mi, insanın doğa ve dünya üzerindeki etkileri nelerdir? Ölüm acısı yeryüzünden silinirse bu bizi daha mı mutlu yapar? Kültürün, sanatın ve dilin kaybolduğu bir dünyanın içinde olsak ne olurdu? Bilim adamının yaydığı virüsten dolayı insanlığı yok etmesi bir felaket mi kurtuluş mu? Açlığı, savaşları, kısacası istenmeyen tüm dünyevi özellikleri yok etmek mutluluk getirecek mi? İnsan ırkı sonsuza kadar yok olduğunda dünya daha güzel bir yer mi olacak? Hafızalarımız silinip, duygularımız elimine edildiğinde ve bilim dünyayı ele geçirdiğinde daha mutlu olacak mıyız? Mutluluk, ahlak ve etiğin tanımı nedir? Atwood’un bizim için öngördüğü gelecek, gerçekten de bizi bekleyen gelecek mi? Düğümler bir bir çözülüyor, okur şapkasına düşünmek üzere birçok soru ekleyip Atwood’un diğer spekülatif kurgularına, yeni dünya düzenlerine seyahat ediyor.

Virüs yüzünden evlere kapandığımız şu günlerde okuma önerisi isteyenlere Atwood’un romanlarını öneriyorum. Teknolojiden uzak durup, daha çok verimli işler yapabileceğimiz, bolca okuyup kendimizi geliştireceğimiz sağlıklı günler dilerken şunu da hatırlatmak isterim; unutmayın Shakespeare Kral Lear’ı veba günlerinde karantina altında yazmıştı.