Kimlikler Arası Savrulmanın Romanı
Bu yazı Bianet.org’da yayımlanmıştır.
https://bianet.org/biamag/kitap/190387-kimlikler-arasi-savrulmanin-romani
Deniz Utlu’dan kimlikler arası savrulmanın romanı
İrem Uzunhasanoğlu
“Yeniden akvaryumda bir insan olmuştum ve dışarıdaki balıkları izliyordum”
Deniz Utlu’nun öteki olmayı, kimlikler arası bocalamayı, göçü ve kök salma ihtiyacını anlattığı ilk romanı Die Ungehaltenen (Savrulanlar) Almanca’dan dilimize çevrilerek Türkiye’deki okurlarına kavuştu. Ayrıntı Yayınları tarafından edebiyatımıza kazandırılan ve yayınevinin Yeraltı Edebiyatı serisinde kendine yer edinen eser, yayımlandığı günden beri Almanya’da epeyce ses getirmiş ve bir tiyatro oyunu olarak da sergilenmekte. Romanında bir çok önemli temaya fütursuzca değinen Deniz Utlu, kullandığı isyankâr dille de orada yaşayan azınlık halkın sesi olmayı başarıyor.
Deniz Utlu’nun romanının baş kahramanı Elyas’ı okurken kendinizi Salinger’ın Holden Caufield’ını okuyormuş gibi hissetmeniz kuvvetle muhtemel keza Elyas da en az Holden kadar asi ve aykırı. Ve tıpkı onun gibi ellerini cebine sokup her şeyi anlamsız bularak sokaklarda yürüyor. İki kültür arasında sıkışmışlığın ve ötekileştirilmenin içinde biriktirdiği agresyonun dışavurumu, kâh bir konferansı terk ederken kâh yakın dostu Veit’in barında kâh da Berlin sokaklarındaki bir Neo-Nazi protestosunda hissediliyor. İnsanları çoğu zaman bir et yığını gibi tasvirleyen, içinde bulunduğu ortama kolayca yabancılaşan Elyas, roman boyunca üç kişinin yanında kendini rahat hissediyor; Cemal Amca, Hekim ve Doktor Aylin. Romanın “Benim şehrim iki caddeden ibaretti biri tavukçuya, diğeri ise Cemal Amca’ya götürüyordu” cümlesiyle başladığını da göz önünde bulundurunca Elyas’ın daracık bir alana sıkışmış olduğunu kolaylıkla anlayabiliyoruz. Bir diğer sıkışmışlık hissini de Almanya’ya göç eden ailelerin küçücük evlerde on kişi yaşadığını anlatırken ve “herkesin on dört evi var sanıyorduk, oysa bir evin on dört kişisi vardı” gibi cümlelerde hissetmeye devam ediyoruz. Sosyalleşmek için sadece Veit’in barına ve tavukçuya gitmesi de dar alanda yaşanan sıkışmış yaşamların bir diğer örneği. Cemal Amca’nın yaşadığı evin yıkık döküklüğü, cilası dökülmüş kapısı, kirli çay bardakları ve Berlin kışının verdiği romatizmaları da yaşam şartlarının zorluğunu anlatan diğer tasvirlerden.
Romanın ilk bölümünde Elyas’ın babasının hastalığa yakalandığını öğreniyoruz ki tam da burada karakterin hem kendine hem de şehrine yabancılaşması başlıyor. Yediği tavuktan artık tat almıyor, seviştiği kadınları yüzüstü bırakıyor, annesinin telefonlarını açmıyor. Arka fonda ise Neo- Nazilerin sokaklarda kol gezdiği bir Berlin var. Duvar çoktan yıkılmış, şehrin her yerinden Elyas’ın çevresine zarar veren Faşizan insanlar fışkırıyor ve gün geçmiyor ki gazetede bir nefret suçu haberi çıkmasın. Romanın ikinci bölümünde ortaya çıkacak olan Hekim ise “kayıp kuşak” olarak adlandırılan, eğitimsiz, hiçbir şeysiz kuşağa ait bir delikanlı… Onun görevi ise sokak ve mahalleleri Nazilerden korumak… Elektro müziğe gönül vermiş Hekim’in üzerinde çalıştığı albümünün ismi ise romanın genel havasına yakışır bir şekilde; Ağıt. Kitabın bu bölümünde yazar onlarca metafor ve sembolle bizi bu isyankar havaya sabitliyor. Elyas’ın burnundan bir türlü atamadığı krem ve dışkı kokusu karışımı onu kötü bir şeyler olacağına ikna ederken, çektiği diş ağrısı vatan ağrısıyla eş orantılı gidiyor.
Bir çok yazarın sıkça kullandığı temalardan biri olan babayla hesaplaşma bu romanda da belirgin bir şekilde ortaya çıkıyor. Hasta yatağında yatan bilinci kapalı babasının kulağına eğilip “beni duyuyor musun?” diye sorması onun duyulma ihtiyacının bir göstergesiyken, ölümüne tepki olarak son görevini yerine getirmemesi de Elyas’ın içinde gümbürdeyen protesto duygularının bir örneği. Sıkıntılı, rahatsız ve huzursuz bir karakter olan Elyas’ın benliğini kaybetmesini hem okulu bırakmasında hem de annesinin –kaktüs hariç- tüm çiçeklerini öldürmesinde görüyoruz. “Yaşamayı, çözümü olmayan bir ödev” gibi görmesi, bedeninin ve ruhunun farklı yerlerde olması onun kök salma isteğinden doğan sancılar.
Deniz Utlu’nun romanındaki neredeyse tüm kadınlar bir kurtarıcı görevi üstlenmiş. Romanın en başında iki üç satıra sıkıştırılmış olan Fiona’nın ona her hastalandığında boynuna bir atkı bağlaması, Cemal Amca’nın umudu ve hayata dönüşü Hatice’de bulması, Elyas’ın annesinin “vitamin al, bol su iç” ya da “sen artık sanatçısın iyi giyinmen lazım” gibi iyileştirici cümleleri ve tabii ki en önemlisi Doktor Aylin’in Elyas’ı hayata döndürecek içsel yolculuğuna çıkarması…
Üzeri kapalı geçilmiş bile olsa romanda işlenen önemli bir “uyku” teması da mevcut. “Bazen öyle oluyor ki insan uyuyakalıyor ve dört yıl sonra yeniden uyanıyor. Bazen zaman duruveriyor, dört yıl boyunca. Sonra uyanıyorsun ve çok daha yaşlısın, zaman geçiyor, sen “dün” diyorsun, diğerleri seni düzeltiyor: dört yıl önce” Elyas’ın uyur uyanık halde geçirdiği yıllara yakışır bir kadın giriyor hayatına; Doktor Aylin, anestezi uzmanı. İnsanlar uyumadan önce en son onu görüyorlar, Aylin de onların omuzlarını ya da kafalarını tutuyor ve onları uykuya uğurluyor, sonra da uyandırıyor. Hastanedeki bu misyonunu Elyas üzerinde de uygulamaya devam ediyor. Onu derin uykulardan silkerek uyandırıyor.
Tabii ki Elyas iyileşme süresince sadece kadınlardan değil sanattan ve yaratım sürecinden de destek alıyor. Yazdığı şiirin ödül kazanması ve zihninde mütemadiyen döndürdüğü babasının Almanya’sının müzesini kurma fikri onu iyileştiren önemli etmenlerden.
Romanda “öteki olma” durumuna dair kullanılmış iki harikulâde metafor bulunmakta. Biri, Doktor Aylin’in babasının salyangozlara ve kaplumbağalara dair kurduğu masalsı cümleler. Evlerini sırtlarında taşımalarının onları duyarsızlaştırdığı ve vatan duygusunun gelişmediğine dair söylemi önemli bir yer tutarken; Aylin’in Elyas’a yazdığı bir mektupta gezdiği bir sergiyi anlatması ve burada izlediği bir ağustosböceğinin kabuk değiştirme videosundan bahsetmesi, Almanya’ya elli yıl önce çalışmak için giden insanların eski kılıflarına veda edişini ve yeni kılıflarını sertleştirme sürecini anlatıyor. “Ama tam sertleşme gerçekleşene kadar hayvan korumasızdır, saldırganlara yem olma tehlikesine açıktır” diyor Utlu.
Kısacası Deniz Utlu’nun bu romanı göçe, aidiyet duygusu sorunsalına ve öteki olmaya dair çok fazla öğe barındırıyor içinde. Bu da onun Savrulanlar romanını 2017 bitmeden okunası romanlar listesinde baş köşeye oturtuyor.
Ellerine sağlık Deniz Utlu!
Comments are closed here.