James Joyce üzerine…
Klasik Anlatılara Kafa Tutan Roman: Ulysses
2 Şubat 2018 https://www.mevzuedebiyat.com/klasik-anlatilara-kafa-tutan-roman-ulysses/
“Evet dedim evet diyeceğim evet”
Ulysses’in namını bilmeyenimiz yoktur. Neredeyse okunduğundan çok konuşulan, korkulan, yanına yaklaşılamayan, çoğu zaman edebiyat çevrelerinde Ulysses okumuş birini bulduğumuzda ise “ne anlatıyor bu roman?”diye merakla sorduran ve tamamını anlayamasak da İngiliz Edebiyatı içerisindeki hem “en iyi” hem de “okunması en güç” eser. Yazarı James Joyce ise bu hâl ve duruma şöyle bir açıklama getirmekten çekinmiyor “Ulysses’in içine o kadar çok bilmece, bulmaca, gizem ve muamma koydum ki, bu profesörleri yüzyıllarca meşgul tutacak ve ne demek istediğimi tartışacaklar, insanın ölümsüzlüğü garantilemesinin tek yolu da budur.” (Richard Ellman, James Joyce Biyografisi)
Burada James Joyce’a hakkını teslim etmek lazım, dört sene sonra yüzüncü yılını kutlayacak olan Ulysses’imiz hâlâ bilinmezlikler ve çözümlenmeyi bekleyen bilmece ve atıflarla dolu. Üstüne üstlük tüm bu harf, sözcük ve hece oyunlarını anlamaya çalışan zavallı okur bir de Joyce’un ünlü yazım tekniklerine toslayabiliyor. Bilinç akışıtekniğiyle yazılmış olan bu bin küsur sayfalık eseri elinize aldığınızda önce anlatıcı değişikliklerini özümsemeniz gerekiyor. Hem ana karakter Leopold Bloom’un zihninde kalmaya devam edip hem de olayları Tanrı Anlatıcı, Molly, Stephen ve Gerty’den dinleyebiliyoruz. Hatta romanın bir yerinde Tanrı Anlatıcıyla Bloom tamamen karışıp okura içinden çıkılması güç bir okuma serüveni yaşatabiliyor. Romanın hem en zor hem de en eğlenceli bölümlerinden biri olan en son kısmında Molly toplamda sekiz cümle kuruyor ama bu sekiz cümle yirmi dört bin kelime ve bin sekiz yüz satırdan oluşuyor. Bunların ışığında; James Joyce’un hem anlatı sanatına getirdiği yepyeni teknikten hem de klasik anlatılara kafa tutuşundan bahsedebiliriz.
Peki ne anlatıyor Ulysses? Tek cümleye sığdıracak olursak “insan olmayı” anlatıyor. Sokaktaki sıradan insanın neye benzediğini, bir günün içine insanlığa dair neler sığdırabildiğini ve zihninden akıp giden tüm düşünceleri…
Ulysses 16 Haziran 1904 tarihinde Dublin sokaklarında geçer (-ki bu özel gün James Joyce’un karısı Nora Barnacle’a aşık olduğu gündür ve her sene Bloomsdayismiyle festivallerle kutlanır). Günlerden perşembedir. O gün Dignam’ın cenazesi kaldırılacaktır, kilise çanları çalmaktadır. Leopold Bloom’un sabah kahvaltıyla başlayan günü daha sonra cenazeye iştirak etmesi ve ardından da Dublin sokaklarında avare avare gezinmesiyle devam eder, roman Bloom’un eve dönüşüyle son bulur. Leopold Bloom otuz sekiz yaşındadır, karısı Molly’le sevgisiz bir evliliğin içindedir, Molly’e aşığından gelen mektubu ona eliyle teslim edecek kadar zayıf, tüm gün karısının o gittikten sonra eve alacağı Boylan’la zinasını hayal edecek kadar aciz ve depresiftir. Evden çıkarken ev anahtarını pantolonunun cebinde unuttuğunu fark etse bile Molly’i rahatsız etmemek için eve dönmeyen, “anahtarsız” bir epik kahramandır. Babası Macar Yahudisi annesi ise İrlandalı bir Katoliktir. Leopold Bloom hem Dublin’de bir yabancı hem de evinden ve toplumdan dışlanmış bir karakterdir. Onu cenazeye götürecek olan araca bile en son biner, yol boyunca sürekli sohbetin dışında kalır, bir türlü söze giremez. O gün evden çıkmasının bir diğer sebebi de şehvetli karısı Molly’e erotik roman ve krem satın almaktır ama sırasıyla postane, kilise, mezarlık, gazete idaresi, kütüphane, bar ve hastane ziyaretinde bulunur. O kadar çok sokak ve köprüden geçer ki Joyce’un “bir gün Dublin yıkılırsa, onu benim metinlerime bakarak yeniden inşa edebilirsiniz” demesi bundandır. Kilisede inançları, tanrıyı, dini sorgular, karısına kitap seçerken erotik romanlarla dalga geçer, hastanede hamile kadınlara empati duyar ve acır, kör bir adamı karşıdan karşıya geçirir, kedilere ve köpeklere üzülür, martıları pahalı bir kekle besler, annesiz kalan Dedalus çocuklarına acır, pop kültürle dalga geçer… Ve dokuzuncu bölümde Stephen Dedalus’la karşılaşır.
Her ne kadar romanın çoğunu Leopold Bloom’un zihninde geçirsek de, Ulysses için en önemli karakterlerden bir diğeri de Stephen Dedalus’tur. James Joyce Stephen Dedalus’u iki sene önce “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi” romanında bıraktığı yerden ele alır ve Ulysses’in ilk üç bölümü onunla açılır. Stephen, romanın Hamlet’le özdeşleştirilen karakteridir. O da tıpkı Hamlet gibi simsiyah giyinir. Arkadaşları Buck Mullinghan ve Haines’le yaşadığı Martello Kulesi, Hamlet’teki Elsinor Kalesi’nden başkası değildir. Romanın başında Stephen arkadaşları tarafından rahatsız edilir, oradan çıkmak zorunda bırakılır ve sonunda o da Bloom gibi “anahtarsız” bir karakter olarak gününe devam eder. Bir gün önce, yani ayın 15’inde gözlüğü kırılmıştır ve bu zor görüşü onun iç gözünün açılmasını sağlamıştır. Stephen’ın annesi bir sene önce ölmüştür ve gerçek bir “baba” arayışı içerisindedir. İşte dokuzuncu bölümde yolları Leopold Bloom ile kesişecek ve Bloom onun sembolik babası olma görevini üstlenecektir. Bloom’un da hem babası intihar etmiş hem de oğlunu doğumdan hemen sonra kaybetmiştir. Böylece bu ikili romanda buluşur ve birbirlerini tamamlar. Hamlet oyununda Claudius’un hem Gertrude’u hem de tahtı ele geçirmesi gibi; Bloom’un evi karısının aşığı Boylan tarafından, Stephen’ın evi de Buck tarafından ele geçirilmiştir. James Joyce’un Hamlet atıflarını biraz daha örneklendirecek olursak; Stephen’ın ünlü Hamlet Teorisinden bahsetmeden geçemeyiz. Stephen Dedalus, Ulusal Kütüphane’de bir grup edebiyatsever gence yaptığı konuşmada onlara teorisini şöyle açıklar; Shakespeare aslında Kral Hamlet’in kendisidir. Prens Hamlet ise Shakespeare’in oğludur. Shakespeare’in karısını –kelime oyunlarının da yardımıyla- zinacı ve ahlak yoksunu olarak tasvirleyen James Joyce, karakteri Stephan Dedalus üzerinden şunu öngörür; Shakespeare’in karısı Anne Hathaway onu aldatmaktadır, küçük oğulları “Hamnet”ise ölmüştür, Shakespeare de kendine bir edebi oğul yaratır, bu da Hamlet’tir. Böylece hem karısından intikam alabilecek hem oğlunu sembolik de olsa yaşatacaktır. Stephen Dedalus bu teorisini anlatırken Leopold Bloom da “Hamlet, ben senin babanın hayaletiyim” diyerek olayları iyice karmaşık hâle sokacak ve baba-oğul meselesi romanla kenetlenecektir. Her iki karakter de “To be or not to be” kararsızlığından bir türlü çıkamayacaktır.
James Joyce’un en önemli atıflarından biri de Homeros’un ünlü destanı, Odysseia’yadır. Joyce, bu destanı ana eksenine koyarak onu postmodern bir anlatı tekniğiyle yeniden biçimlendirir. Bloom’un evden çıkışı, Odysseia’nın başında Telemakhos’un yola çıkışıdır. Karısı Molly ise Penelopeia’dır. Stephen’ın sembolik baba arayışı da bir nevi Telemakhos’un Odysseus’u arayışıdır. Joyce on sekiz bölümünün tamamına Odysseia’dan bir bölümün ismini vermiştir.
Kimi akademik çalışmalar bu benzetmeleri gereksiz bulup ve bunun Ulysess gibi büyük bir romana haksızlık olabileceğini iddia etse de Joyce’un kullandığı onca mitolojik ve dini benzetmenin altında hem klasik anlatılara hem destanlara hem mitolojik hikâyelere hem de dini öğretilere değinen bir taraf vardır elbette.
Ulysses, sadece anlatım tekniğiyle değil aynı zamanda basım sürecinde yaşadığı sansürlerle de ünlüdür. 1921’de yazıldığında Amerika Birleşik Devletleri’nde fazla erotik ve müstehcen olduğu gerekçesiyle yasaklanır. Romana Paris’teki ünlü Shakespeare and Company kitapçısının sahibesi Sylvia Beach sahip çıkar ve 1922’de Fransa’da basılır. Roman on yıl kadar uzun bir süre hem ABD’de hem de İngiltere’de yasaklı listesinden çıkamaz ve çoğu eleştirmen romanı “pis, ucuz, aşağılık” olarak nitelendirir. Bu tepkinin sebebi ağırlıklı olarak Molly Bloom’un meşhur monoloğunun içindeki erotik düşleri ve fantezileridir. Virginia Woolf bile hem kaleme aldığı yazıda hem de günlüğünde kitabı yerden yere vurur.
Hem büyük bir yazar olmak hem de büyük bir eser vermek biraz da tüm bunlara göğüs germek değil midir? Bir kesim sizi taşlarken diğer kesim başınızdan aşağı güller yağdırır.
James Joyce bu kadar ağır bir romanı yazdıktan sonra tam bir yıl boyunca tek bir kelime yazamadığını itiraf eder çünkü Ulysses okuduğunuz hiçbir romana benzemez. Dilimize de iki farklı çeviriyle kazandırılan romanı Türkçe okumak isteyen okurlarımız için hem Nevzat Erkmen’in hem de Armağan Ekici’nin iki harika çevirisinin mevcut olduğunu ekleyelim. Okurlara çok ağır ve bir o kadar da sıkı bir okuma deneyimine hazır olmaları gerektiğini hatırlatalım. Orijinal dilinden okuyacaklar ise, okurken internette bulunan James Joyce sözlüklerinden yardım almayı da ihmal etmesinler.
Roman tekniğini silkeleyip atan ve alaşağı eden Ulysees hakkında bir yüzyıl daha konuşacak mıyız ne dersiniz? Bence cevap Ulysses’in en son cümlesinde gizli, “Yes I said yes I will yes” (Evet dedim evet diyeceğim evet)
Comments are closed here.