Evvel Zaman İçinde Hindistan
Bu yazı ilk kez 23 Şubat 2019’da Gazete Duvar’da yayımlanmıştır. Görseller için orijinal kaynağına gidiniz.
https://www.gazeteduvar.com.tr/seyahat/2019/02/23/evvel-zaman-icinde-hindistan/
Saat 05.00… Ganj Nehri kıyısındayız. Henüz güneş doğmadığı için etraf zifiri karanlık, hava ayaza kesmiş, üşüdüğümüzü düşünmemeye çalışıyor, nefeslerimizi tutmuş bekliyoruz, az sonra dünya üzerinde görüp görebileceğimiz en muhteşem gün doğumuna şahit olacağız. Bu ânı yaşayabilmek için insanlar nehir kıyısına akın ediyor, sağımız solumuz ısrarcı satıcılarla dolu. Bir kenarda meditasyon halindeki Saduları görüyoruz, üzerlerinde kıyafet olmayan ve tüm vücutlarını ölülerin külüyle sıvamış olan Sadular… Diğer yanda çakralarımızı açmak isteyen , karmamızı temizlemek isteyen insanlar, ellerinde bir tas boya ile yanımıza yaklaşıp yüzümüze boya sürmek istiyorlar. Daha sonra para isteyecekler. İnsanlar ortalık yerde soyunmaya başlıyor. Kadınlar sarındıkları sarileri açıyor, herkesin ayağı çıplak, biz ise fena halde üşüyoruz. Telaşlı bir hazırlık var, etraf hâlâ zifiri karanlık ve ağır bir pus hâkim… Bir tekneye biniyoruz ve karadan yavaşça uzaklaşıyoruz . Nehrin kıyısına doğru koşturarak gelen insanlar belli belirsiz seçiliyor.
Saat altıyı vurduğu anda çanlar çalmaya başlıyor. Hoparlörden gelen Sanskritçe duyurular, içinde bulunduğumuz teknenin motorunun sesine karışıyor. Çan sesleri hızlanıyor. Hızlanan çanlarla birlikte, az önce soyunmuş olan insanlar kendilerini nehrin buz gibi suyuna bırakıyor. Toplu yapılan bir ibadet törenine şahit oluyoruz. Nehrin üzerine kalın bir perde gibi sis çökmüş, teknemiz ise bir distopya filmi sahnesinden fırlamışçasına sisi yararak ilerliyor. Gecenin koyu laciverti kendisini parlament mavisine emanet ediyor, pusun içinde sadece kıyının ışıkları seçilebiliyor, bir de bizim gibi nehre açılmış kayıkçıların sessiz ilerleyişleri. Kıyıda ise herkesin eşit olduğu, hiçbir giysi parçasının kıymetinin olmadığı bir ibadet… Ana gath’tan ayrılan teknemiz, ölülerin yakıldığı gath’a gelince yavaşlıyor, bir gece önce de buradaydık, insanlar cenazelerini huşu içerisinde yakıyordu, sabahın altısında da devam ediyor yakma töreni. Tek fark var, bu kez ruhları uğurlayan inekler uykuda…
Göğe bakıyoruz, doğu ufkunda belli belirsiz turuncumsu, sarımtırak çizgiler. Göğün sancıları ve alacakaranlığı kısa süre içerisinde kendisini güneşe teslim ediyor. Güneşi gören insanlar ellerini güneşe doğru kaldırıp Sanskritçe bir şeyler mırıldanıyor. Avuçlarına doldurdukları Ganj Nehri’nin suyunu kafalarından aşağı döküyor ve ellerinin yardımıyla suyu içiyorlar. Yeni doğan günün, onları bir gün önceki günahlarından arındırdığına inanıyorlar. Güneşe tapıyor, güneşe dua ediyor, güneşin kutsallığında yıkanıyorlar. Yanımızdaki tekneye doğru bir kuş sürüsü akını oluyor, teknenin içinde ayakta duran Budistler var, yüksek sesle bir mantra okumaya başlıyorlar, kuşlara yemek mi veriyorlar yoksa kuşlar onların ibadetlerine mi eşlik ediyor seçemiyoruz. Kıpkırmızı doğan güneşin önünden kanat çırparak geçen kuşları fotoğraflamaya çalışıyoruz. Bir yanım “boş ver fotoğrafı, ânı yaşa” diyor, bir daha ömrüm boyunca bu kadar güzel bir gün doğumu izleyemeyebilirim.
Burası Hindistan… Bu coğrafya insana bildiği tüm masalları unutturup onları yeniden yazdırır. Girizgâhı uzun tuttuğumun farkındayım, aslında girişim sade ve basitti; “Hindistan’a dair bildiğiniz her şeyi unutun!”
Unutun ve her şeyi sıfırdan siz yazın… Gördüğünüz her bir karenin sadece size özel eşsiz bir anıya dönüşmesine izin verin. Çünkü gördüğünüz hiçbir şey daha önce zihninizde biriktirdiklerinize karşılık gelmeyecek. Orada bildiğiniz her şey altüst olacak, tersyüz olacak, sarsılacak. Normal hayatınızda görünce iğrendiğiniz, garip, tuhaf, farklı, ayrıksı bulduğunuz ne varsa onu sevmeyi öğreneceksiniz. Evinizdeki musluktan akan suya dua edeceksiniz ama suyu olmayan bir köye gittiğinizde insanların bundan mutsuz olmadığını göreceksiniz. Yalınayak dolaşan binlerce insanın ayakkabısızlıktan değil ama dini inancından dolayı bunu yaptığını ve mutlu olduğunu görünce bildiğiniz tüm kurallar sarsılacak. Tuvalet diye icat edilen şeyin Hindistan evlerinin yüzde ellisinde olmadığını öğrendiğinizde şaşıracaksınız. İnandıkları tanrılardan biri olan Şiva’nın taşıyıcı hayvanı inek (nandi) olduğu için, ineklerin sokaklarda nasıl da özgürce dolaştığını görünce önce yadırgayacaksınız ve buna alışana kadar benim gibi her gördüğünüz ineği fotoğraflamak isteyeceksiniz. Yarı fil yarı insan çocuk tanrı Ganesha’nın önünde alınlarını secde eden insanlar zihninizi yakacak. Ölü yakma töreni izlerken ise… tüm bildiğiniz doğrularınız camdan kuleler halinde şangır şangır başınızdan aşağı yıkılacak.
Ben Hindistan’ın dört şehrini gezdim, Agra, Delhi, Varanasi ve Jaipur. Bu gittiğim yerleri bir tur rehberi gibi anlatmak yerine ülkenin bende kalan izlerini, tortularını bir süzgece koyup “din, kültür, yemek” gibi başlıklar altında anlatmayı daha uygun gördüm. Şimdi isterseniz belirlediğim başlıklar üzerinden Hindistan’ı ve kültürünü anlatmaya devam edelim.
DİN (Hinduizm, Budizm, Sihizm…)
Ülkedeki insanların (2011 sayımına göre) yüzde 79’u Hinduizm’e, yüzde 14’ü İslam’a, yüzde 2’si Hıristiyanlık’a, yüzde 2’si ise Sihizm’e inanıyor, yüzde 1 ise Buddha’nın öğretilerini takip ediyor. Oranlar size küçük gelmesin, ülkede 1.5 milyara yakın bir nüfus olduğunu da hatırlatalım. Yüzde ikilik dilimde kalan Sihizme inananların sayısı bile otuz milyon.
Sihleri tanımak çok kolay, erkekleri turuncu renkli bir türbanla geziyor, kesilmesi yasak olan saçlarını bu türbanın altında saklıyorlar. Bileklerinde “kara” dedikleri çelikten yapılmış bir bileklik taşıyorlar. Ayrıca uzun içlik giyip, bellerinde ise hançer ve kutsal kitap taşıyorlarmış. Hindular gibi çok tanrıya değil tek bir tanrıya inanıyorlar. Tanrının vücudu ve sureti olmadığına inandıkları için Hindular gibi tapındıkları figürler yok. Sihler kast sistemine dahil değil, kendilerini daha çok “savaşçı” olarak tanımlıyorlar. Seyahatimin son gününde Delhi’de bir Sih tapınağı olan Gurudwara Bangla Sahib Golden Temple’ a gittim ve oraya yemek yemeğe gelmiş halka yemek dağıttım. Her gün binlerce insana yemek pişirilen tapınağın önce mutfağına girdik, merdaneyle hamur açıp “naan” isimli ekmeklerinden pişirdik, ardından ise metal kovalar içinde yine onlara özgü bir mercimek yemeği olan “Dal” ve pilav servis ettik. Yerel rehberimiz bizi içeri almadan önce sıkıca uyardı, servis yaparken kepçe onların tabağına değmeyecek, ekmeği ise uzak bir mesafeden atarcasına ellerine bırakacaktık, elimiz ellerine değmeyecekti. Bunun açıklaması ise yemeğin onlara tanrıdan geldiğiydi, biz sadece bir aracıydık, onları doyuran biz değildik! Yemek dağıttığımız metal kovalar çok ağırdı ve servis yaparken kovanın asla yere bırakılmaması gerekiyordu. Bende ufak bir omuz ve bel ağrısına sebep olsa da, sadece “eşitlik ve yardım” amaçlı orada dizi dizi oturmuş farklı sosyal ve ekonomik statülere sahip insanlara bu hizmeti vermek dünyalara bedel bir deneyimdi. Dünya üzerinde, kazançlarının yüzde doksanını fakirlere bağışlamak üzere kurulmuş bir din olduğunu görmek ise mutluluk sebebiydi.
Ülkenin çoğunluğunu Hinduizm’e inanan insanlar oluşturuyor. Hinduizm semavi bir din değil, 33 milyon tanrıları var. Yanlış yazmadım, 33 milyon! Başuçlarından ayırmadıkları birkaç farklı kutsal kitapları var. Mahabharta, Bhagavad Gita ve Ramayana ve Vedas kitaplar arasında en çok takip edilenleri. Tanrılarının dağları, nehirleri nasıl yarattığını ve onların hikâyelerinin anlatıldığı destanlardan oluşuyor. Her birinin inançla bağlandığı tanrı farklılık gösterebiliyor. Ana tanrıları: Brahma (yaratıcı tanrı), Şiva (yok edici tanrı) ve Vişnu (koruyucu tanrı). Daha sonra tanrılar reenkarne olarak tekrar tekrar dünyaya geldikçe bu isimler çoğalıyor. Brahma’nın ilk olarak Ganj nehri’ni yarattığına inanıyorlar, çok hızlı akan nehri sakinleştirmek için Şiva’nın onu saçlarından akıttığını düşünüyorlar. Tanrıların hikâyelerinden en çok fil tanrı Ganesha ve mavi renkli Krişna’yı sevdim. Bir de Brahma’nın sadece bir kez reenkarne olduğuna ve onun da Hızır Aleyhiselam olduğuna dair de bir söylenti varmış. Coğrafyalar arası dini mesel kardeşliği…
Jaipur şehrinde bir ailenin evine konuk olduk, aile bize evini gezdirirken salonun bir duvarını komple kaplayan ve cam kapıyla ayrılmış olan sunağını gösterdi ve “bu tanrımız,”dedi. Her sabah gün doğumuyla birlikte pişecek olan mercimeği (ya da yemeği) tanrının önüne sunup altı saat bekletirlermiş. Tanrı yemeklerini kutsadıktan sonra da alıp pişirirlermiş. Bu inanç yapısı da o coğrafyayı bilmeyen biri için elbet şaşırtıcıydı.
Ve tabii ki Buddha’nın öğretilerini takip eden Budistlerden bahsetmemek olmaz. Jaipur’dan Varanasi şehrine uçup, Budistler için kutsal sayılan Sarnath isimli yere vardık. Burası Buddha’nın bir ağaç altında oturup öğretisini onu takip edenlere ilk kez aktardığı yerdi. Tapınağın girişinde Buddha’nın öğretilerinin Sanskritçe ve İngilizce yazılı olduğu sağlı sollu panolar vardı. Ana öğretiler “acıdan kaçış yok,” “kötülük vardır,” “dünya ıstırapla doludur,” üzerine kuruluydu. Tapınaktan çıkıp az ilerdeki Budistlerin üzerine çıkıp meditasyon yaptığı binlerce yıllık taşların korunduğu açık alanı gezmeye başladık. Turuncu kumaşlara sarılmış Budistler yere serdikleri örtülerin üzerinde yere kapanıp, dua ediyor ve ellerindeki 108 taneli tespihleriyle mantra (bir çeşit dua) okuyorlardı. Buddha’nın nasıl Buddha olduğunu ve Budizm öğretilerinin neler olduğunu öğrenmek isteyenler Herman Hesse’nin Siddhartaisimli kitabını okuyabilir.
Özellikle Varanasi bölgesinde çok fazla Sadu’ya rastladık. “kaditi çıkmış” diye bir deyim vardır ya hani, tam da onu karşılayacak şekilde kemikleri sayılan; yüzleri boyayla, vücutları ise ölülerin külleriyle sıvanmış “farklı” diye nitelendirebileceğimiz insanlardı. Hepsi fotoğraflanmaya alışmış olduğu için size hemen poz veriyor, ardından da para talep ediyordu. Saduların önemli özelliği hiçbir şeye sahip olmamalarıydı. Yani kıyafetlerinin olmayışı fakirlikten değil, hayat felsefesinden mütevellitti. Bazıları elinde tanrı Şiva’nın mızrağını taşıyordu. Ruhlarının bir bedenden diğerine geçeceğine ve ancak Nirvana’ya ulaşırlarsa ruhlarının kurtulacağına inanıyorlardı. Tüm bu görüntülere ilk kez şahit olan biz turistlerse far görmüş tavşan gibi etrafımıza şaşkınca bakınıyorduk.
Bir dini ritüel: Ganj kıyısında ölü yakma
İşte Hindistan’ın ezber bozduran ritüellerinden biri daha… Bildiğiniz her şeyi unutun demiştim ya! Bu sahneyi görmesi biraz zor, o havayı koklamak, göğe doğru yükselen alevler içinde insan bedenlerinin olduğunu tahayyül etmek hepsinden zordu. O yüzden okumak istemeyenler burayı atlasın diye “din” kısmından ayrı kaleme almak istedim. Nasıl da kanıksamış, rahatça anlatıyor demeyin, eminim o ortamı bir kez gördüğünüzde sizin de kulağınızda korku filmi gibi çınlamayacak. Hindistan’daki insanların düşünce algısı mutluluk ve iyilik üzerine kurulu, reenkarnasyona ve Karma’ya inandıkları için huzurlular. Felsefeleri ve dinleri onlara devamlı mutlu olmaları gerektiğini ve rengarenk giyinmelerini öğütlüyor. Bu genel felsefe cenazelerine bile yansımış. Ölen kişiyi sadece bir kişi yakmaya götürebiliyormuş. Ailenin en büyük erkeği kimse yas rengi olan beyaz kumaşı sarınıyor. Cenaze eğer kadınsa turuncu kumaşa sarmalanmış şekilde nehir kenarına getirilip merdivenlere dikey bir şekilde yatırılıyor. Sırası geldiğinde ise önce Ganj kenarına getirilip suya batırılıp çıkarılmak suretiyle kutsanıyor, ardından ise odunlarla hazırlanmış yere götürülüyor. Kolay yanması için yağlanan beden odunların içine yerleştiriliyor. Üzeri de odun kaplı olduğu için cesedi görmüyorsunuz. Belli bir süre yandıktan sonra ise birisi elinde uzun bir çubukla gelip kafatasında delik açıp, ruhu özgür bırakıyor. Ganj kenarında yakılmak epey önemli bir mevzuymuş, kast sistemi ve ekonomik durum burada da işliyor, fakirseniz krematoryuma gönderiliyorsunuz, hatta can alan bir katil, can taşıyan bir hamile ve yahut yılan tarafından sokulmuş bir uğursuz iseniz bu işlemden mahrumsunuz, direkt taş bağlayıp nehrin ırak bir köşesinde sizi balıklara emanet ediyorlarmış. Ganj kenarında yakılmak için çok zengin olmanız gerekiyormuş. Bunun birincil sebebi ölü yakma töreninin gerçekleştiği “burning gath” ın hemen yukarısında yer alan kutsal tapınaktaki tanrının binlerce yıldır hiç sönmeyen ateşinden ödünç alıyor olmanız. Bunun bedeli epey yüksekmiş. Bir de odun masrafı var, pahalı ya da ucuz odun seçmek de cebinizdeki paraya bağlı. Bir cenaze 400 kilogram odunla yakılıyormuş. Bizim orada olduğumuz sürece önümüzde 11 cenaze yanıyordu, her bir cenazenin yakılması üç saat sürüyordu. Yakım işlemi 24 saat hiç durmadan devam ediyordu. Şehirde göğe yükselen duman, ise ve kül hiç bitmiyordu anlayacağınız. Cenaze üç saat yandıktan sonra yanmayan kalın kemikler (kafatası, omurga ve kalça) cenaze yakını tarafından Ganj Nehri’ne atılıyordu. Evet, gözümüzün önünde oldu bu da! Ve ardından minik bir elveda da küllere… Küller de Ganj’a döküldükten sonra nehirden alınan bir tas su cenaze yakını tarafından ateşin üzerine dökülüyor ve artık özgür bir ruhsunuz. Reenkarne olup hayatın ıstırabını çekmeyeceksiniz çünkü Ganj kenarında yakıldınız. Biz bu töreni önce gath’ın içine girerek yakından, ardından da tekneyle açılarak uzaktan izledik. İnsanlar yakınlarının ruhlarını huzurla göğe teslim ederken biz de bunu fotoğraflamak derdine düşmüştük. Kendime çok kızdım, “birisi gelip senin cenazenizi fotoğraflasa hoş mu,” dedim, yerel rehberimiz “böyle düşünme,” dedi, “bu onları mutlu eden bir ritüel”. Ülkede fakirlik ve sefalet kol geziyor ama “yas” kelimesi sihirli bir şekilde hayatlarından çıkarılmış gibiydi. “Benim de dedem Ganj kenarında yakılmıştı, şimdi onun ruhu huzur içerisinde,” dedi. Dikkatimi çeken bir şey daha vardı, bunu da yerel rehberimiz Ajay’e yönelttim. “Ölü yakma alanında ne kadar çok inek var? O sıcağın ve külün içinde ne arıyorlar? Neden kenara çekilmiyorlar?” dedim, gerçekten de ineklerin sayısı çok fazlaydı, her ateşin başında birkaç tane duruyor, hatta bir yandan ölü yıkanırken onlar da su kenarında boynuz tokuşturuyordu. “Çünkü, ölülerin ruhlarını sadece inekler görebilir, onları uğurlamaya geliyorlar,” dedi. İşte size bir Hint masalı daha…
Tapınaklar (Akshardam ve Galta Ji)
Hindistan denilince akla gelen ilk şeylerden biri de muhteşem tapınaklar. Gezdiklerimiz arasında en çok etkilendiğim Delhi’deki devasa büyüklükteki Akshardam Tapınağı’ydı. Dünya üzerindeki en büyük Hindu tapınağını inşa etmeye 90’ların sonunda başlamışlar, 2005 senesinde ise ziyarete açılmış. 1792’de henüz 11 yaşında bir çocukken Hindistan’da hac yolculuğuna çıkan ünlü guru ve yogi Swaminarayan’ın anısına dikilmiş olan bu tapınağa kamera sokulmadığı için ne mermer işçiliğini ne altın oymaları fotoğraflayamadık. Mermer oyması rölyefler, altından yapılmış tanrı ve tanrıça heykelleri, ünlü Hint destanlarının anlatılarının resmedildiği kesitler vardı. Tapınak aynı zamanda büyük bir kompleksin içinde yer alıyor. Bir bota binip, Hindistan’ın tarihçesinin anlatıldığı kısa bir tur yaptık. Akşam ise ışık ve lazer gösterisi eşliğinde Swaminrayan’ın çocukluğunun anlatıldığı bir gösteriye katıldık. Bu tur yaklaşık dört saatimizi aldı.
Etkisi altında kaldığım bir diğer tapınak ise Jaipur şehrinde Maymun Tapınağı olarak da bilinen Galta Ji oldu. Yine gün doğmadan, karanlıkta yollara düştük. Amacımız tam gün doğduğunda Galta Ji’nin en tepesine kurulmuş olan ve Jaipur’u tepeden gören güneş tapınağına varmaktı. Galta Ji’nin de içinde birden fazla tapınak, ibadet yeri ve kutsal havuz mevcuttu. Giriş kapısında bizi onlarca maymun karşıladı, varlıklarına bizi yavaş yavaş alıştırıyorlardı sanki, ilerledikçe sayıları yüzlere vardı, tırmanmaya başladıkça sağımızda kalan kayalıktan yüzlercesi daha koşturarak iniyordu. Tapınakların oymalı çıkmalarında, işlemeli cumbalarında oturup harika pozlar veriyor ve kesinlikle insanlara yaklaşmıyorlardı. Hindistan’da sık görülen bir tür olan hörgüçlü inekler, köpekler, domuzlar, maymunlar barışçıl bir şekilde yaşıyorlardı. Güneş kendini bir tepenin ardından gösterdiğinde, tapınaklara vuran güneş ışığıyla birlikte insanlar da kutsal havuzlara akın edip ibadet etmeye başladılar. Onları günahlarından arındıracak olan kutsal suyun içine dalıp çıkan erkeklerin yanında kadınlar da soyunuyor, biraz daha muhafazakar olanların arkadaşları çıplaklıklarını sariyle kamufle etmeye çalışıyordu. Tırmanmaya devam ettikçe tapınak da bize harika hikâyeler sunmaya devam etti. Mantra okuyan din adamları, dilenen Hint fakirleri, pembe begonvillere bağlanmış rengarenk Hint kumaşından dilek çaputları, bendir sesine benzeyen bir müzik aletine vurarak söyledikleri sabah duaları, tütsü kokuları ve maymun aileleri eşliğinde en tepeye vardığımızda hem Jaipur’un nefes kesen görüntüsüyle karşılaştık hem de güneş tapınağında yüzümüze sürdükleri kırmızı boyayla kutsandık. Yerel rehberimiz bize sabah yogası yaptırırken sağımızdaki ve solumuzdaki ağaçlarda maymunlar neşeyle daldan dala atlayıp sabahı kutsuyordu. Farklı bir yoldan şehre doğru yürüyerek inmeye başladığımızda ise daha fazla maymun bizi bekliyordu. Kutsal sayıldıkları için onlara yemek yardımı yapmaya gelmiş onlarca insan çuvallar dolusu muzu maymunların önüne döküyor; maymunlar soyup muzu yedikten sonra kabukları da ineklere bırakıyordu.
Yemek kültürü (baharat, daha çok baharat)
Birçok arkadaşım Hindistan’da yemek sorunu yaşayacağımı düşündüğü için yanımda atıştırmalık bir şeyler taşımamı öğütlemiş, sokaklardan asla bir şey yememem için sıkı sıkı tembihlemişti. Hindistan’da yaşadığım tek yemek sorunu kendi vicdanımla yaşadığım çelişkiydi. Yemeğe ve temiz suya ulaşamayan onca insan gördükten otelimize gidip açık büfenin başında dolanmak canımı sıkıyordu. Ziyaret ettiğimiz bir köyde açlıktan ölen çocuklar bile olmuş. Herman Hesse’nin Siddharta’sını okuyanlar hatırlar, ekmek bile bulamayacağını anlayan Buddha açlığını terbiye etmek için oruç tutmaya başlar, bazen günlerce ağzına tek lokma koyamaz ama bunu bir ritüele çevirir. Tüm bunları görüp sonra restoranlara, otellere girip onlarca çeşit arasından yemek seçmek insanda vicdani bir sızlamaya sebep oluyordu.
Hindistan’da yemek sorunu var ya da yok gibi kesin bir kanıya varmadan kendi deneyimim üzerinden şunu söylemek isterim, hassas bir mideye sahip olmama rağmen on gün boyunca tek bir sıkıntı yaşamadım. Ülkenin büyük bir çoğunluğu vejeteryan. Özellikle kutsal şehir Varanassi’de, Ganj etrafındaki restoranlarda et servisi yapmak bile yasak, bizim camilerimizin etrafında alkol satışının yasak olması gibi. Yemekleri sebze, patates, mercimek, köy peyniri ve pirinç ağırlıklı. Tek fark; baharat konusunu abartmış olmaları. Çok acı, çok baskın baharat tadı olmayan bir yemekleri neredeyse yok. Alışık olmadığımız tatlar olmasına rağmen tamamı çok lezzetli. Her yerde bulabileceğiniz en temiz yemek ise pilav. Bunu buharda pişirip sade bir halde de sunuyorlar, aşırı baharatlanmış bir halde de. Patatesler genelde baharatlara bulanıp fırınlanmış ya da kızartılmış oluyor. Sebzelerden ise havuç, bezelye, kabak ve bebek mısırı baharatlarla soteleyip servis etmeyi seviyorlar. Neredeyse her büfede sote ıspanağa mısır ekleyip beşamele benzeyen bir sosla karıştırıyorlar. Ve ana yemekleri tabii ki mercimek. Et tüketmedikleri için en güzel protein kaynağı olan mercimeği harika bir yemeğe çevirmişler, dal (daal ya da dahl da diyorlar). Yemeğin yanında tükettikleri bizim pidemize benzeyen ekmek türünün ismi ise “naan”. Bunu bazen sade, bazen yağlı, bazen de sarımsaklı servis ediyorlar. Ayrıca açık büfelerin kenarında mutlaka cipse benzeyen kızarmış hamur parçaları oluyor, bunları da çeşitli renk ve lezzetlerdeki soslara bulayıp tüketiyorlar. Masalabaharatı en çok tükettiklerinden biri, bunu hem çaya hem yemeğe karıştırıyorlar, bunun dışında tikka, paneer, idli, sambar gibi yemeklerinin tümü çok lezzetli. Delhi sabahımızda önce ekmek fırınına gidip yediğimiz sıcacık “naan” ve ardından da yerel bir kahvaltıcıda yediğimiz patatesli gözlemeye benzeyen “dosa”nın tadı hâlâ damağımda.
Ülkede tüm canlılar kutsal atfedildiği için et çok az tüketiliyor. Çoğu vejeteryanlığı tercih etmiş. Et tüketenler için körili, masala baharatlı tavuk yemekleri, nadiren de kuzu ya da balık oluyordu. Balığı nereden tuttuklarını sorgulamadan seyahatimin ilk iki gün balık tükettim. Daha sonra balıkların Ganj’dan geldiğini öğrenince yememeyi tercih ettim. Malumunuz, yukarıda ölü yakma töreni ritüelini anlatırken kutsal nehir Ganj’dan epey bahsetmiştim.
İçkinin çok tüketildiği bir ülke değil, Kingfisher isimli güzel bir biraları ve bir de Sula isimli şarap markaları var.
Su olayına gelince, Hindistan sadece temiz su içmeye alışmış insanlar için biraz sıkıntılı bir yer olabilir. O yüzden sadece kapağını kendim açtığım kapalı su içmeyi tercih ettim. Bunların da çoğu Coca Cola’nın işlenmiş sularıydı. Şehrin şebeke suyu çok pis olduğu için dişlerini fırçalarken bile hastalananlar olmuş, hassasiyeti olanları da uyarmış olalım. Seyahatimin ilk günlerinde pis suyun içinde yaşayan ve onu içen insanları görünce psikolojik olarak zorlandım. “Onların da temiz suya ulaşmaya hakkı var” diyerek içimden manifestolar yazdım. Daha sonra ekolojik bir denge oturtulmuşçasına onların vücutlarının bu suya karşı bağışıklık kazanmış olduğunu gördüm. Ganj’ın suyunu içersem muhtemelen hastanelik olabilirdim ama onların her gün ölü külü serpilen bu suyu içtiklerini görünce yine şirazem kaydı. “Çünkü Hindistan!” dedim kendi kendime…
Kültür (kıyafetler, düğün, trafik ve sokaklar)
Hindistan denince akla ilk gelen kelimelerden biri de “rengarenk”. Burası renklerin birbirleriyle coşkuyla dans ettiği ve siyaha kafa tuttuğu bir ülke. “Neden bu kadar çok renk?” diye sordum yerel rehberimize. “Dinimiz öyle öğütlüyor, bizde yas yok, hep mutlu olmak var, o yüzden de rengarenk giyiniyoruz,” dedi. Kadınları o muhteşem turuncular, fuşyalar, yeşiller içinde görmek insana neşe aşılıyordu. Kollarında rengarenk bilezikler, iki kaşlarının arasına yapıştırdıkları “bindi”, ayaklarında şıngır şıngır halhallar, burunlarından kulaklarına dek uzanan altın renkli kocaman küpeler… Bazen fotoğraflamak istediğimiz kadınlar görüyorduk, rehberimiz buna alışık olduklarını, sadece çekmeden önce bir göz temasıyla izin istememiz gerektiğini öğütlemişti. Kimi yerlerde bu göz teması yerini mahcup bir gülümseye bırakıyor, bazen de para talep ediyorlardı. Bazı durumlarda ise para talep etmese bile vermemiz münasip kaçıyordu. Çocuklar sokaklarda “selfie” diye yanımıza koşturuyor, bir Rickshaw içerisinde şehrin trafiğine ve kaosuna karışmışken biz onların fotoğraflarını çekiyor, onlar da bizimkileri çekiyordu. Biz kendimizi doğu oryantalizmine ve kumaşların ahengine kaptırmıştık, onlar da bizim batılı kıyafetlerimizi inceliyordu. Tabii ki heyecanla kumaşçılara attık kendimizi. Satıcı hemen pembe bir sari alıp yanıma geldi, “sarayım da bir gör,” dedi. Altı metrelik sari kumaşını üzerime doladı, sarinin içine sadece yarım bir büstiyer giyiyorlardı, karınları ise çoğunlukta açıkta, ayakları çoğu zaman çıplak, çıplak değilse bile parmak arası terlik, en soğuk durumlar da parmak arası terliğin içine giyilen çorap… Tabii ki “bulunmaz” Hint kumaşlarından bolca aldık, ipek, yün, saten…
Ardından kendimizi Hint düğünlerine attık. Daha doğrusu kendimizi atmamıza gerek kalmadı, adım başı bir sokak düğününe rastladık ve hepsine karışıp oynadık. Şıngır şıngır bileziklerini göstererek gerdan kıvıran kızları, fuşyanın, turuncunun altına sakladıkları bedenlerini kıvıra kıvıra yaptıkları Hint danslarına kendimizi kaptırdık. Evlerine konuk olduğumuz bir Hint ailesinin evlenme hazırlığı yapan kızından ise şunları dinledik; “evlenmek isteyen kız ve erkek önce din adamına gider, din adamı her ikisinin de yıldız haritalarını çıkarır ve astrolojik olarak horoskoplarının birbirlerine uyumlu olup olmadığına bakar, eğer uyumlu çıkarsa yine din adamının yıldız takvimine bakıp evlilikleri için uygun olduğunu düşündüğü tarihe gün alırlar, bizimkisi iki yıl sonra, adetlere göre beklemek zorundayız. Düğün bizde üç gün sürer, erkek mutlaka beyaz bir atla gelip gelini almak zorundadır, üç gün üç gece sabahlara kadar eğlence vardır, düğün günü ise gelini sadece evli kadınlar hazırlayabilir, kıyafetleri giydirilmeden önce tüm vücudu yağ ve zerdeçalla ovulur, yüzü parlasın diye zerdeçal sürülür,” ev sahibesinin kızı ritüellerini anlattıkça şaşkınlıkla dinliyoruz. “Tüm bunlar için iki sene bekleyeceksin,” diyoruz. Gülümseyerek “ya horoskopumuz tutmasaydı? O zaman hiç evlenemezdik,” diyor. Hindistan’da astrolojinin din adamları arasındaki önemi ilginç geliyor.
Hindistan’ın bir diğer ilginç, komik ve hayli ilgi çekici özelliği ise trafiği. Anlatmakla tarif edilebilir mi bilmiyorum, kaosun içinde düzen diyebilirim. Hindistan trafiğine şahit olduğum ilk an aklıma gelen kelimeler kaos, keşmekeş ve korna. Sonra baktım ki “kaos” kelimesi onlara haksızlık çünkü kaosun içinde kendilerine ait bir nizamları var. Kimse trafik kuralına uymuyor, trafik ışığı, trafik polisi yok ama kimse kimseye de çarpmıyor, vurmuyor. Hafif dokundurmak ise vurmaktan sayılmıyor. Kulaklarınızı sağır edebilecek şekilde kornaya basıyorlar çünkü kornaya basmak bir kural. Bizim arabaların arkasında “kornaya basma” yazar, onlarda ise “kornaya bas” yazıyor. Yani korna çalmak nezaket. Binlerce kornanın aynı anda çalmasına alışmış kulaklarıyla kendi kendilerine trafik akışını sağlıyor, yaşamlarını idame ettiriyorlar. Bolca motorlu ve motorsuz Rickshaw(tuktuk) var. İki kişinin anca sığacağı bir tuktuk’a beş-on kişi binip üzüm salkımları şeklinde sarkıyorlar. Beyoğlu’nda tramvayın arkasına asılan çocuklar gibi… İnekler de trafik akışına dahil olunca “eyvah” diyorsun, “şimdi vuracak, kaza olacak,” olmuyor. İnsanlar düzenlerini bulmuş. Bazen el ve ayaklarıyla birbirlerini “yürüsene”anlamında ittiriyorlar. Bizim ülkemizde “ne bakıyorsun” la başlayan kavgalar burada yok, çünkü insanlar birbirlerinin özel alanlarına müdahale etmeye alışmışlar.
Ellemek ve dokunmak demişken, o konuda Avrupa kültüründen epey uzaklar. İlla taciz olarak algılamayalım ama gelip alnınıza boya sürmeye çalışanlar, kolunuza, bacağınıza dokunanlar da bir hayli fazla. Batı kıyafetleriyle gezdiğimiz için gayet ayrıksı duruyoruz, haliyle gelip fotoğraf çektirmek, dokunmak, sohbet etmek istiyorlar, hemen nereden geldiğinizi soruyorlar. Ülkede eğitim oranı pek yüksek olmadığı için coğrafi olarak Türkiye’nin yerini bile bilmiyorlar. Kendilerine ait bir kültürleri, farklı bir dokuları var. Hem bu gezegenden hem de bu gezegenden değillermiş gibi. Eminim onlar da bizim için aynı şeyi düşünüyorlardır.
Trafiğe geri dönecek olursak, Delhi ve Varanasi’de saatlerce bisikletli rickshaw’lar ile gezdik. Havada ağır bir gaz kokusu ve kirlilik var. Maskeyle dolaşan çok fazla turist gördük. Varanasi’de bir ara nefes almakta zorlandığımı hissettim. “Peki bu insanların bronşları nasıl dayanıyor bu hava kirliliğine?” diye sordum rehberimize. “Ciğerlerimiz buna alışık,”cevabını aldım. Ne yazık ki solunum sıkıntılarından dolayı devamlı yerlere tükürüyor. Tükürük kutuları hiçbir işe yaramıyor.
Hindistan denince tuvalet sorununa değinmeden de geçmemek lazım. Hâlâ ülkenin yüzde ellisinin evinde (ki bu da neredeyse 750 milyon insan eder) tuvalet yok. Evlerine konuk olduğumuz aile de bahçeye yaptırdıkları tuvaleti övünerek anlatıyor. Şehir içinde neredeyse her köşe başına bizim hayır çeşmelerimize benzeyen, sunak şeklinde mermer pisuarlar konmuş. Bunlar kapıları olmayan, açık pisuarlar. Önemli olan sokakta rasgele bir yere tuvalet yapmak yerine bunları kullanmak. Kültür kodlarını kırmak zor olduğu için de insanlar buna henüz alışamamış bu yüzden bazı sokaklar mayın tarlasından hallice.
Hindistan’ın gözyaşı damlası: Taj Mahal
Taj mahal dünyanın yedi harikasından biri. Aşk için yapılmış olması onu daha özel kılıyor. Yine gün doğmadan yola koyuluyoruz, bunun sebebi hem günün ilk ışıklarının bu mabedin üzerinde nasıl da şıkır şıkır parıldadığını görmek hem de biraz olsun turist kalabalığını atlatmak. Saat altıda orada olmamıza rağmen yoğun güvenlik aramaları sonucu 06.30 gibi ilk avluya giriyoruz. Taj Mahal, ikinci avluda, kabuğunu aralamış, ve sislerin arasında öyle nazenin duran bir inci tanesi gibi bizi bekliyor. Bin bir gece Masallarından fırlamış bir rüya gibi adeta… Onu ilk olarak bir kemerin içinden görüyoruz, ilerledikçe tüm heybetiyle bizi selamlıyor. Fotoğraf çekme ve çektirme gailemi bir kenara bırakıp, bir sütuna yaslanıp sadece seyrediyorum, uzun uzun.
Halide Edib Adıvar, Gandhi’nin davetlisi olarak gelip uzun uzun kaldığı Hindistan seyahati dönüşü, “Hindistan’a Dair” ismiyle kaleme aldığı makalesinde Taj Mahal’i şöyle tanımlıyor “hemen uçacak bir sabun köpüğü yığınına benziyordu…” Halide Hanım’a hak vermemek elde değil, mermerinin beyazının verdiği yumuşacık görüntüsü bir yana, bu dünyaya değil de başka bir evrene aitmiş gibi duruyor bu yapıt.
Şah Cihan, aşkla sevdiği ve ona on dört çocuk verdikten sonra hayata gözlerini yuman karısı Ercümend Banu Begüm Mümtaz Mahal’in ardından ona olan aşkının timsali olarak bu yapıyı dünyaya armağan ediyor. Mümtaz Mahal’in en sevdiği motiflerin, değerli taşlar ile beyaz mermere kakılarak yapıldığı bu anıt mezarın tamamlanması ise yaklaşık yirmi yıl sürüyor. Mümtaz Mahal, Şah Cihan’ın sadece karısı değil aynı zaman da başdanışmanlığını yaptığı için kaybından sonra Şah Cihan da gücünü kaybetmeye başlıyor. Ta ki oğlu tarafından hücre hapsine mahkum edilene kadar. Hücresinin penceresinden her gün karısının ardından yaptırdığı Taj Mahal’i seyretmeye devam ediyor. Eğer ömrü yetseydi nehrin karşı kıyısına da kendisi için Taj Mahal’in aynısının siyahını yaptıracağı ve bu iki anıtın bir köprüyle birbirine bağlanacağı söyleniyor. Buna ömrü ve gücü yetmeyince de karısının yanına gömülüyor.
Taj Mahal’i seyre dalınca gün doğumunu kaçırıyoruz, mabedin üzerindeki pus hafifçe kalkıyor ve günün ilk ışıkları beyaz mermerin üzerinde dans etmeye başlıyor. Yanınıza yanaşanlar sizlere çeşitli fotoğrafçılık tekniklerini satmak istiyorlar “Taj Mahal’i göz bebeğinizde çıkarırım, kubbesinden tutmuş gibi çekeyim, sırtınızda taşımak ister misiniz”… Hepsine hayır! Onu daha çok seyredelim, gözlerimize iyice nakşedelim yeter…
Bitirirken; Hindistan’a dair ne okursanız okuyun, ne seyrederseniz seyredin yetmeyecektir, onun hakkında anlatılanlar, yazımda az çok değinmeye çalıştığım kültürü, dini farklılıkları, insanların renkliliği ile onu anlamaya çalışan her zihne farklı bir paket yapıp hediye olarak sunacaktır. Seyahat dönüşü birçok arkadaşım paylaştığım fotoğraflarda ülkenin ne kadar pis olduğundan dem vuruyor, nasıl yemek yediğimi, gezdiğimi merak ediyordu. Oysa kaosun içinde düzen, kirliliğin içinde temizlik, kötülüğün içinde iyilik vardır. Hindistan’da gördüğüm ve insanların “kirlilik” diye nitelendirdiği şey öyle estetik bir “kirlilikti ki..” onu sevmeyi, sarmayı öğretti bize.
Ben diyeyim tozu alınmamış bir masal… Siz deyin kirli bir gözyaşı damlası… Batının ona taktığı isimle de… Incredible India! (İnanılmaz Hindistan)
Comments are closed here.