Damızlık Kızın Öyküsü Ahitler’le devam ediyor.

*ahitlerBu yazı 10-16 Nisan 2020 tarihinde Haftalık Gazete’te yayımlanmıştır.

Totaliter Rejim Altında Yaşam

Kanadalı yazar Margaret Atwood, kaleminin ününü ülkesinin sınırları dışına taşımış, tüm dünyaca değer verilen, sayılan bir kurmaca ustası. Röportajlarından birinde kendisini ne bilimkurguya ne de distopya türüne yakın hissettiğini, “üstopya” ismini verdiği bir tür icat ettiğini söylüyor. Bu sene sekseninci yaşını kutlayan Atwood’un okurları ona yaşarken hak ettiği değeri veriyor, ödül komiteleri onu her zaman en kuvvetli aday olarak gösteriyor, eleştirmenler onun kurmacalarına bayılıyor. Kısacası Atwood çağımızın yaşayan şanslı yazarlarından biri. Gel gelelim Margaret Atwood sadece farklı dünya düzenlerini anlatmıyor, 1969’da yayımladığı ilk romanı “Edible Woman” geçtiğimiz günlerde Evlenilecek Kadın ismiyle Türkçeleştirildi, roman hâlâ Kanada’daki ilk feminist manifestolardan biri olarak görülüyor. Kadının iç ve dış çelişkilerine odaklanırken toplum eleştirisini de ihmal etmiyor. DelliAddem üçlemesinin ikinci kitabı olan Tufan Zamanı ise The Guardian gazetesi eleştirmenleri tarafından tarihin en önemli beş ekolojik romanından biri seçildi. Ekoloji ve feminizm kelimelerini birleştiren kuramcılar Atwood’a “eko-feminist” tanımlamasını yakıştırıyor. Yazarın ilk okuduğum kitabı Kör Suikastçi’ydi, 2000 senesiydi, Booker ödülü kazanmış tüm dünyada listeleri sarsmıştı. Bu önemli ödülü tam 19 sene sonra bir kez daha hak etti Atwood. Bu kez The Testaments (Ahitler) isimli romanıyla.

Ahitler, Margaret Atwood’un otuz beş sene önce basılan Damızlık Kızın Öyküsü isimli romanın devamı olarak yayımlandı. Kitabın çıkacağı gün dünyanın dört bir yanından kitapçılar aynı anda canlı yayına geçti. Sokaklara dev ekranlar kuruldu, o gün Atwood fanları Damızlık Kız kostümleri giydiler, yayınevi okurlarına damızlık kız başlıkları şeklinde kurabiyeler kekler dağıttı, tüm sinema salonlarında bile aynı anda canlı yayına geçildi.  Böyle tantanalı bir roman çıkışını kaç yazar hayal edebilirdi ki? Ve 2019 eylülünde Ahitler görücüye çıktı. Şimdilerde de Canan Sılay’ın başarılı çevirisi ve Doğan Kitap etiketiyle Türkçe okurlarına kavuştu.

Ahitler tek başına okunabileceği gibi, karakterlerin öncesini öğrenmek isteyenler Damızlık Kızın Öyküsü’yle başlayabilir. Her iki kitap da baskıcı, muhafazakar, totaliter ve faşizan bir rejimle yönetilen ve hayali bir yer olan Gilead Cumhuriyeti’nde geçiyor. Birinci kitap var olan dünyamızdan Gilead’a kaçırılıp “damızlık kız” olarak yetiştirilen Offred’in gözünden anlatılıyordu. Peki kimdi damızlık kızlar? Ölümcül virüsler, çöken ekolojik sistemler sonucu üreme yetisini kaybetmiş kadınların evlerine gönderilen ve Gilead için sağlıklı bebekler  doğurmaları beklenen ve üremek için yetiştirilmiş kızlardı. Bir nevi ritüele dönüştürülmüş tecavüz. Damızlık yetiştirilen bu kızların vahşi ve baskıcı toplumda verdikleri ölüm kalım savaşı okurun zihnine kazınmıştı.

Ahitler, ilk romanın yaklaşık on beş yıl sonrasını anlatarak başlıyor. Bu kez hikâyeyi bir damızlık kız değil üç farklı kadın anlatıyor. Kadınlardan biri ilk romanda Offred’e yaptığı işkencelerinden ve nemrutluğundan tanıdığımız Lydia Teyze. Kurgu Hollywood’dan bildiğimiz bir teknik aslında. Önce kötü karakteri uzun uzadıya anlatıp, zihnimize kazıdıktan sonra, “bakın aslında bu kötü karakterin bir de geçmişi var, yani kötü olduysa neden kötü olmuş?” diyor Atwood ve bizi Lydia Teyze’nin günlükleriyle tanıştırıyor. Lydia Teyze günümüz dünyasında başarılı bir yargıçken kaçırılıp “teyze” olmak için eğitiliyor. Biz de Gilead’ın nasıl kurulduğunu, sistemin, patriyarkanın, vahşetin nasıl hakim olduğunu izliyoruz. İkinci anlatıcı ise Agnes Jemima. Gilead’da en yetkili kişiler olan kumandalardan birinin kızı, annesi Tabitha’nın ölümüne ağlarken birisi ona gelip aslında gerçek annesinin bir damızlık kız olduğunu fısıldıyor. Agnes’in evlilik için yetiştirilen örnek bir Gilead kızından içinde öfke biriktiren asi bir kıza dönüşünü gözlemliyoruz. Üçüncü anlatıcı ise Daisy. Toronto’da anne babasıyla mutlu mesut yaşarken bir gün arabalarına konan bombayla ebeveynlerinin ikisini de kaybedince kendini olayların içinde buluyor. Aslında evlatlık olduğunu ve hatta Gilead’da doğduğunu, annesinin de bir damızlık kız (ki bu da ilk romandaki anlatıcımız Offred’den başkası değil) olduğunu öğrenince yolculuğu başlıyor. Roman spiral bir kurgu örgüsünde akıp gidiyor.

Peki ne anlatmak istiyor Atwood bize? Totaliter rejimle yönetilen bir toplumun yaşadığı baskıyı, dinle korkutulan insanları ve fazla bastırıldıkları için özgürleşmeye çalışan bireyleri gözler önüne seriyor. İnsanların birbirine infaz ettirildiği, toplu infazların herkesin gözü önünde yapıldığı ve “duvar” denilen yerde cesetlerinin ibreti alem için sergilendiği Gilead’da ahlaki bir düzen oturttuğuna inanan fakat her yerinden ahlaksızlık fışkıran bir toplum düzeni var. Diş kontrolüne giden ve henüz genç kızlığa adım atmamış olan Agnes’in aynı zamanda yakın arkadaşının babası olan dişçi tarafından uğradığı cinsel taciz, baskıcı toplumlarda tacizin ve sapkınlığın arttığının bir göstergesi. Atwood bu romanında çekirdek aile kavramını da tamamen yıkıyor. Eşler birbirine “tayin ediliyor” ve “atanıyor”. Eğer sağlıklı bir çiftleşmeyle üreyemezlerse evlerine birer damızlık kız gönderiliyor. Evin babası tarafından her gün “dini bir ritüel” maskesi altında tecavüze uğrayan kızlar, doğumdan sonra evden ayrılmak ve bir daha bebeklerini görmemekle cezalandırılıyorlar. Böylece roman boyunca sevgisizlik, yalnızlık, aidiyet gibi kavramlar da bolca sorgulanıyor. Lydia teyze intikam almak için beklemek ve beklerken de tüm kurallara uymak zorunda –buna gerçekleştirdiği infazlar dahil. Agnes gerçek annesini bulmak için evlilikten vazgeçmek ve gizli arşivlere ulaşabilmek için bir “teyze” olmak zorunda. Daisy, anne babasının intikamını almak için plan yapıp Gilead’a dönmek ve orada yaşayacaklarına boyun eğmek zorunda. Burada herkes sahte, herkes kendine bir yalan inşa etmiş, herkes kaçış yolunun ve bireyselliğini yeniden kazanmanın peşinde. Dinle bütünleştirmeye çalıştıkları tüm insanlar kendi bireyselliklerinin peşinde koşuyor. Ülke bir mayın tarlasından farksız, her an biri sizi ispiyonlayabilir, bir casus olduğunuz anlaşılırsa infaz edilebilirsiniz.

Atwood tüm bu sahneleri 1980’lerin başında (biraz Orwell’dan da etkilenerek) kuruyor, 85’te Damızlık Kızın Öyküsü’nü yayımlandığında verdiği bir röportajda “ben bu dünyada daha önce yapılmamış hiçbir şeyi romanıma katmadım,” diyor. Nazi Almanya’sının Lebensborn hareketinden (ki roman Berlin’de yazılmış), Kuzey Kore’de göz önünde yapılan toplu infazlardan ve Sudi Arabistan’ın rejiminden bahsediyor. Ahitler’de ise rejimi anlatmaktan vazgeçip bireylerin sorunlarına, rejimin bireyler üzerindeki etkisine odaklanıyor. En çok da umutlarını bir türlü kaybetmeyişlerine.

Romanda okurları bekleyen çok güzel sürprizler var, her birini açık edip sizi okuma zevkinden mahrum etmemek adına burada kesiyorum. Hepimizin ölümcül bir virüsle alt üst olduğu şu günlerde gündemden biraz olsun uzaklaşıp, köşenize çekilip elinize bir roman almak isterseniz, Ahitler tavsiyemdir.