Bir Felaket Çağı Tiradı

*Bu yazı 18 ekim 2018’de Birgün Gazetesinde yayımlanmıştır.

Bir Felaket Çağı Tiradı

İrem UZUNHASANOĞLU

“Gördüm, ellerinde pala, ağızlarında salya, ruhlarında nefret, kalplerinde karanlık, gözlerinde hınç olan insanları. Gördüm, evlerin, mağazaların, pasajların, kiliselerin, sinagogların, camilerin, hanların, konakların, bahçelerin, okulların, dükkânların yağmalanıp talan edildiğini. Gördüm, ölmüş annesinin kanlı memesini emen bebeği… Gördüm, sokağın kuytu köşesine doğru sürüklenen kadının yeri döven çıplak ayaklarını… Gördüm, kentin sokaklarında, caddelerinde, evlerinde, parklarında dolaşan mezarsız ölüleri. Gördüm duvarlardaki kurşun deliklerine yuva yapan serçeleri… (sf:150) 

 

Yavuz Ekinci’ninyavuz ekinci Doğan Kitap tarafından yayımlanan “Felaket Çağı” serisinin sekizinci kitabı Peygamberin Endişesi’nin başkarakteri ve seçilmiş kişisi Mehdi gördüklerini böyle dile getiriyor. Büyük Kent’te şahit olduğu elim olayları, zorbalıkları, vurdumduymaz insanları, karanlığın kölesi olmuşları çıplak gözleri ile görürken eli kolu bağlı oturmak onu neredeyse deliliğin eşiğine getirip, okurun önüne bırakıyor. Büyük Kent’in arka sokaklarından birinde karısı Sara ve kızı Şinda ile yaşayan Mehdi’ye nisan ayının sıradan bir gününde Cebrail görünüp “Bak!” diyor “Bütün gözlerinle bak!”. Melek onun gözkapaklarına, dudaklarına, kulaklarına usulca dokunuyor ve “Ey Mehdi, sen tanrının elçisisin.” dedikten sonra ortadan yok oluyor. Bunun üzerine yere yığılan Mehdi, evde gerçekleşen doğaüstü olayların da etkisiyle, kendini bu çağın seçilmiş peygamberi olduğuna inandırıyor, Cebrail’i aramak üzere sokaklara çıkıyor ve romanın sürükleyici, bir o kadar da eğlenceli serüveni başlıyor. Mehdi, sokak sokak Cebrail’i arayadursun; Ekinci de bizi Büyük Kent’in meydanlarında, ibadethanelerinde, barlarında ve mezarlıklarında gezdirmeye davet ediyor. Mehdi, Dublin sokaklarını, pub’larını, hastanelerini, kiliselerini arşınlayan Leopold Bloom’a dönüşürken; metin de kendini Ulysses’in olay örgüsünün döngüsünde bir yerlere konumlandırıyor.

Daha önce yazdığı eserlerle kâh politik sorunlara değinen, kâh toplumsal meselelere parmak basan ve okurlarına Doğu esintileriyle harmanlanmış masallar sunan Ekinci, bu kez yüzünü batıya çeviriyor. Batıya çevirmişken de metinlerinde her zaman kullandığı dini meselleri ve kutsal kitapları eksik etmiyor. Odyseeus’u arayan Telemachus meseli üzerinden yepyeni bir mesel icat ediyor; Cebrail’i arayan Mehdi.

Mehdi aslında bizden biri. Şehrin mahşeri kalabalığı taşıyan metrosuyla seyahat ediyor, Berber Musa ve Fırıncı İbrahim’le kaldırıma tabure atıp oturuyor ve onların tavla oynamasını izliyor, dertlerini tweet atarak dile getiriyor, Instagram’a giriyor, Leonard Cohen’in şarkı sözlerine eşlik ederken bir yandan da elinde makası ve nasır bandıyla hayatına illet olan musibet nasırını tedavi etmeye çalışıyor. Orhan Veli Kanık’ın Süleyman Efendi’yi anlattığı şiirinde “Hiçbir şeyden çekmedi dünyada nasırından çektiği kadar” dizesine selam çakarcasına tüm romana yayılmış bir nasır sıkıntısı var Mehdi’nin. Ne kadar kür varsa kullanıyor, incir sarıyor, lahana kapatıyor, kaya tuzu ve sarımsaklar eziyor ama nasırının gittikçe daha da kötüleşmesine mâni olamıyor. İşlerin çığırından çıktığı anlarda birinin üzerine basmasıyla ya da bir yere çarpmasıyla da acısı hançer gibi yüreğine saplanıyor. Roman ilerledikçe nasır da kötüleşiyor, sertleşiyor, öyle ki Mehdi topallamaya başlıyor, işte tam da burada yazar bizi Mehdi’nin sonuna hazırlıyor. “Bu acı hiç geçmeyecek” demek istiyor belki de.

Yavuz Ekinci, bu romanının içine okurları için küçük oyunlar da saklamış. Örneğin önceki eserlerinde kullandığı “insan derdi kadar büyük olurmuş” gibi vurucu cümleleri Mehdi’ye tweet olarak attırıyor ve böylece metinlerarası atıflar yapmış oluyor. Romanda anlatıcılar değişirken, yer yer üst kurmacaya da rastlıyoruz. Örneğin Mehdi’nin Peygamberin Endişesi isimli romanın yayımlandığını görmesi ve “Bu çağda peygamber olmak zor” sloganını bir reklam panosunda okuması bizi doğrudan Cervantes’in Don Quixote’sine götürüyor. Karakterlerin kendi arasında konuşurken “Biliyor musun Cervantes diye birisi bizim romanımızı yazmış” demesi bizi romandan nasıl sıyırıp üst kurmacaya dahil ediyorsa, Ekinci de bu küçük oyunu romanına yerleştirmeyi ihmal etmiyor.

Yazarın diğer romanlarında rastladığımız gibi bu kitabında da semboller epeyce baskın. “Yedi” rakamı bunlardan biri. Dini olarak da önemli bir yer tutan “yedi” sayısı bu romanda da bazen kuşların Mehdi’nin evini tavaf ettiği sayı olarak, bazen nasırına kullanacağı kürün gün sayısı olarak, bazen köpeklerin Mehdi’nin etrafında döndüğü tur olarak, bazen de Mehdi’nin annesinin çocuk sahibi olamadığı yıl sayısı olarak karşımıza çıkıyor.

Kuyu da önemli sembollerden biri olarak romanda yerini almayı ihmal etmiyor. İster Yusuf’un, ister Şems’in, ister Murakami’nin, ister Orhan Pamuk’un kuyusu deyin. Yazar kuyu hikâyesinin pastişini de hem başarıyla hem de ironik bir sahne ile romanına yerleştirmiş. Tabii metni Sigmund Freud okusa kuyuyu anne rahmi olarak algılar ve Mehdi’nin anne arayışında olduğunu bize söyler miydi? Kesinlikle evet.

Yan karakterlerin isimleri de yazarın sembolizm merakından payını alıyor. Fırıncı İbrahim, Balıkçı Yunus, Berber Musa, diriltilemeyen küçük çocuk Süleyman… Adlarını tarihteki peygamberlerden alan yan karakterler, yazarın ellerinde bir satranç hamlesi gibi öne sürdüğü piyonlara dönüşüyor. Romanın bir diğer önemli sembolü de Mehdi’nin sarhoşların elinden kurtardığı, kadim zamanlardan kalma bir rahibe ait olan ama şimdilerde bir küllük görevi gören kafatası. Kafatası denince akla hemen Danimarka Prensi Hamlet geliyor. Hamlet’in kafatası ile konuştuğu ünlü “olmak ya da olmamak” tiradında; 

 

“Düşüncemizin katlanması mı güzel, 
Zalim kaderin yumruklarına, oklarına,
Yoksa diretip bela denizlerine karşı
Dur, yeter! demesi mi?” der.

Burada yazarın bize hem imgesel hem de düşünsel olarak vermek istediği mesaj pek tabii Mehdi’nin varoluşsal sıkıntılara sahip bir birey olduğu olabilir. Her ne kadar elinde kafatasıyla dolaşan Mehdi, okurunu kahkahaya boğacak kadar komik olaylar yaşasa da, aslında kafatasına sarıldığı her an hayatın gerçekliğine sımsıkı tutunan bir karakterle karşılaşırız. Tıpkı Hamlet’in tiradında dediği gibi Mehdi, bu yüzyılın zalimliğine boyun mu eğecek yoksa “Dur!” mu diyecektir.

Ulysees ve Hamlet’te ortak tema olarak kullanılan baba eksikliği, Peygamberin Endişesiromanında ise anne eksikliği olarak karşımıza çıkacaktır. Annesi Zehra, Mehdi’yi doğururken ölür. Dünyayla olan en sıkı bağının aniden yok olması onun sağlam ilişkiler de kuramamasına neden olur. Karısı bile ilk hezeyanında onu terk eder. Babaannesi tarafından yetiştirilen Mehdi’nin var olma sancıları, ona gaipten sesler duyuran psişik olaylar ve pençesine düştüğü nevrotik durumu da bu yoksunlukla açıklanabilir. Bu nevroz kendisini peygamberlik makamında görmesiyle birlikte iyice ironik bir hal alır. Öyle ki Mehdi hem dünyanın tüm acılarını benliğinde -ve nasırında- toplayan bir bireye dönüşür. Acısını dile getirmek istedikçe bir dizi arayışa girer, arayışları onu kerhane sahnesindeki gibi komik durumlara düşürür. Mehdi arayışının peşinde yaşamın akışına daldıkça ruhsal durumunda da ipin ucu iyice kaçar. Bilincini mümkün olduğu kadar dışlamaya başlar ve kendi rüyalarına hapsolur. Mehdi’nin bu arayışının Yunan Mitolojisi kaynaklı olduğunu bile rahatça iddia edebiliriz çünkü arzularımızın peşinden gitme öğretisi bize tanrılardan gelmiştir. Onun bu arayışı, arzularıyla birleşip bir de işin içine yazarın fantazmagorik evreni ve dünya ağrısı karıştığında işte karşımıza bu modern çağ peygamber masalı çıkar. Mehdi “her şeyin müsebbibi benim” der “gördüm” der “kimse ne ölenler için acı çekiyordu, ne de yas tutuyordu” der. Peki tam da burada durup size sormak isterim; acıları görüyor ve yasını tutuyor olmamız bizi peygamber mi yapar yoksa Mehdi gibi bir meczuba mı dönüştürür?” Peki görmezden geliyor olmamız bizi insanlık sıfatından mı sıyırır? Bu soruların cevabını Yavuz Ekinci okura bırakıyor. Hani gündelik kullanımda “peygamber sabrı var” derler ya, işte öyle bir karakter portresi çizip kucağımıza bırakıyor Mehdi’yi. Okura da onunla keyifli yolculuğa çıkmak ve çıkmışken bolca düşünmek kalıyor.

Geçmişteki tüm peygamberlerin sonunu düşündüğümüzde Mehdi’nin sonu da kendine, ironikliğine ve acizliğine yakışır bir şekilde bitiyor. “Sessizliği bulmak için çöle mi gitsem?” diyen Mehdi’nin bu çağın seçilmiş kişisi olma inadı, tiradı, meseli de başladığı gibi komik bir şekilde sonlanıyor. Ben de Yavuz Ekinci’nin bir diğer romanında okuduğum şu cümleyi anımsıyorum “Hafıza insanoğlunun üzerindeki en büyük lanettir.” Her ne kadar takvimler ileriye seyahat etse de Mehdi’nin belleği ısrarla onu geçmişe doğru hareket ettiriyor. Böylece Mehdi de lanetli hafızaya sahip bir kadim filozof edasıyla gezerken modern zamanın sakil duran, uyumsuz bir parçası haline geliyor. Onun zedelenmiş zihinsel karmaşası ise gerçeklik ve mistisizm arasında gidip geldikçe okur da şu soruyu yöneltebilir “Sahi, şiddetli toplumsal acılarda ve travmalarda aynı kalabilmek mPeygamberin_Endisesi_oümkün müdür yoksa Mehdi gibi tüm fiziksel ve ruhsal acıyı bünyesinde toplayan ve sonunda ateş topuna dönüşen “sahte” peygamberler mi oluruz?” 

Her eserinde evrensel yazın standartlarını biraz daha sıkı yakalayan ve birçok dilde okurlara sahip olan Yavuz Ekinci için başka ne diyebiliriz ki; kalemin hiç tükenmesin! 

 

 Yavuz Ekinci, Peygamberin Endişesi, Doğan Kitap, 2018.